Diplomasi muhabirliği: Dost musun, düşman mı? Etik kaygı bu soruyu yener! | Çağdaş Dergi 4

Diplomasi muhabirliği: Dost musun, düşman mı? Etik kaygı bu soruyu yener!

Hilal Köylü

“Etik kaygı, gazetecinin son kararı için zorlayıcı önemdedir. Etik kaygıyla hareket ettiğine inanan gazeteci, hem işini en iyi şekilde yaptığını düşünür hem de halkın güvenini kazanır.”

Bu alıntıyı 2006’da tamamladığım “Türkiye’de Medya Etiği ve Gazetecilik” başlıklı yüksek lisans tezimden yapıyorum. Sahiplik yapısı, yönetimi, izleyici ya da okur kitlesi sürekli değişen, özellikle siyasi iktidarların hemen her dönem kontrol altına almak için türlü yöntemler geliştirdiği medya alanında gazetecilere düşen temel görevin ne olduğu ve bunu nasıl yapması gerektiği konusunda kafa yormaya başlamam üniversite yıllarıma uzanıyor.

Gazetecinin temel görevinin kamuoyunun çıkarını korumak, bunu yaparken de ‘doğru, tarafsız ve ilkeli’ habercilikten ödün vermemesi gerektiğini bugün sadece yolu iletişim fakültesinden geçenler değil medyanın her alanında çalışan tüm emekçiler nerdeyse ezbere biliyor. “Kimin doğrusu, kimin tarafı, kimin ilkesi” tartışması dün olduğu gibi bugün de bitmedi ancak kesin olan bir şey var ki; siyasi iktidar kaynaklı baskı ve sansür politikaları yaygınlaştıkça gazetecilerin etik kaygıyla hareket etmesi her zamankinden daha çok hayati önem kazanıyor.

Gazetecinin bu kaygısını korumasının yani ne yazdığının, sunduğunun farkında olmasının, kamuoyu çıkarına zarar verecek her türlü girişimden uzak durmasının da bugün her zamankinden daha güç ve zorlu bir mücadele gerektirdiğini de aklımızdan çıkarmazsak ahlakın ve hukukun üstün olduğu demokratik bir toplum düzenine daha doğru dürüst bir katkımız olur.

Diplomasi ya da dış politika haberciliği üzerine yazmayı “etik kaygı” hatırlatması yaparak başlamayı özellikle tercih ettim. Çünkü bu kaygının gazeteciliğin her alanında bize temel rehber olduğunu hem kendi meslek pratiğimden hem de meslektaşlarımın deneyimlerinden belleğime geçirdim. Niyetim; bu yazıyı yine “etik kaygı”nın önemiyle bitirmek.

Kamuoyu ülke mi, ülke kamuoyu mu?

Aslında temel görevi kamuoyu çıkarını korumak olan gazeteciye, diplomasi muhabirliği yaparken “ülke çıkarlarını gözetmek, korumak, kollamak” hatta “sahip çıkmak” gibi ekstra bir misyon yükleniyor. Bunu da hükümet yapıyor elbet. Bu, öyle böyle bir “ülke çıkarı” değil. Mümkünse ülkenin genel tablosu, ikili siyasi ve diplomatik ilişkileri hakkında herhangi bir bilgi, analiz kaleme alırken gazetecinin olabildiğince kendi ülkesini öne çıkarması, parlak göstermesi, zaferler ilan etmesi, hiçbir eksiğe gediğe vurgu yapmaması, yanlışları dile getirmemesi isteniyor. Bu sadece Türkiye’de mi böyle? Hayır tabii ki. Ama bugün gelişmiş diye anılan, Türkiye’den daha demokratik sayılan ülkelerde basın ve ifade özgürlüğü adına hükümetlere gazetecinin ülke çıkarını elbette koruyacağı ancak varsa da yapılan bir yanlış, bunun açıkça haberlere konu edilebileceği söyleniyor. Kamuoyu çıkarı ve gazeteci etiği tartışmalarında kamuoyu çıkarının ülke çıkarının da önünde olabileceğine dair hararetli tartışmalar sürüyor. Düşünün ki tartışılıyor. Ancak Türkiye’de her konuda olduğu gibi bu konuda da açık ve verimli bir tartışma ortamının olmadığını bilmek çok üzücü.

Türkiye’de hükümetler ısrarla gazeteciye “Sen bizim açığımızı ele veremezsin. Senin işin ülke çıkarını gözetmek” baskısı yapıyor. Kamuoyu çıkarı, ülke çıkarıyla öyle bir karıştırılıyor ki; bırakın ince detayları yazmasını, sırf bir olayın iç yüzünü doğru düzgün yazdı diye gazetecilere kırmızı kart çıkartılıyor. Bu kırmızı kartın detayları belli: Akreditasyon iptalleri, yasaklı gazeteci görülme, hatta gazetenin ya da televizyonun yöneticilerine yapılan “Gelmesin o bir daha diplomatik toplantılara, katılmasın dışişleri bakanlığındaki açıklamalara” tarzından şikayetlerin yuvarlanıp, yuvarlanıp gazetecinin önüne konması. Bu durumlar işimizi yapmayı zorlaştırıyor ama bizler gazeteci olarak sadece ama sadece işimizi iyi yapmak zorundayız. İyi yapmak için en yüksek çabayı, etik kaygılarla göstermek zorundayız.

Gazetecinin de bilmesi, öğrenmesi gerek

Gazetecinin işini iyi yapması; yöneticilerinin ya da görev yaptığı alandaki haber kaynaklarının gözüne girmek değil. Elbette onlarla uyum içinde çalışırsa işi kolaylaşıyor ama çatışma riski de oldukça yüksek. Çatıştığında da sorunu çözebilmesi ya da kendine çıkış yolu yaratabilmesinde onun gazetecilik pratiğindeki becerisini ve deneyimini artırmasının aktif rol oynadığını buraya yazmadan geçmeyelim.

Diplomasi muhabirinin her şeyden önce uzmanlık alanının gerektirdiği bilgi ve donanıma sahip olması, değilse bu donanımı sağlamak için kendini geliştirmesi gerekiyor. Dış politika alanına uluslararası ilişkileri takip eden, dil bilen muhabirler yöneliyor ama bu muhabirlerin iç politikada yaşananları anlaması ve anlamlandırması da şart. Örneğin; Türkiye’deki hükümetin Suriye politikasının siyasi muhalefet tarafından nasıl değerlendirildiğini, hükümetin bu konuda siyasi ve toplumsal muhalefetle ne yaşadığını bilmeyen bir diplomasi muhabiri, Türk dışişleri bakanının bir başka ülkenin dışişleri bakanıyla düzenlediği ortak basın toplantısında Suriye konusunda verilen mesajları anlamlandırması ve kamuoyuyla doğru bir biçimde paylaşması zorlaşabiliyor.

Kısacası; neyi, nasıl anlatacağını, yazacağını bilmekle başlıyor her şey. Aynı şey; konunun geçmişi hakkında fikir sahibi olunması gerektiği gerçeği için de geçerli. Bir dönem Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’la yediği içtiği ayrı gitmeyen AKP Hükümeti’nin, Esad’a nasıl “üç ayda devrilecek” diye yüklenmeye başladığını sonra bu yüklenmeyi en üst perdeden “Bu katilin dünyada hesap vereceğini göreceğiz” noktasına taşıdığını bilmeden oturup basit bir Suriye haberi yazmak mümkün değil.

Diplomatik seyahatler: İş mi, turistik gezi mi?

Dışişleri Bakanlığı’nı, Türkiye’deki yabancı misyon temsilciliklerini izleyen diplomasi muhabirleri için en büyük açmaz; tarafsızlığı koruyup da kamuoyuna objektif ve doğru haberi sunma meselesidir. Çünkü gazeteci; diplomatik alanda da tıpkı diğer uzman gazetecilik dallarında olduğu gibi nerdeyse haber kaynaklarıyla bir arada yaşar. Resmi toplantılara, resepsiyonlara katılmanın yanı sıra, onlarla düzenli telefon görüşmeleri yapar. Her gazeteci için bu etkinliklerin yanı sıra davet edildiği yurt dışı seyahatlere katılmak “iyi fırsat” olarak görülür. Ama bu etkinliklerde ve seyahatlerde gazetecinin objektifliğini koruyamayacağı, haber kaynaklarıyla arasına mesafe koyamayacağı tartışması dün olduğu gibi bugün de bitmemiştir. Bu tartışmalarda sonu gelmeyen soruları belki biraz abartılı gelecek ama gerçeğe çok yakın bir örnekle özetlemek isterim:

“Senin seyahat masraflarını yabancı bir ülkenin büyükelçiliği karşılıyorsa, sen o seyahatte her şeyi, her zamanki gibi kritik edebilir misin? Paris’te iyi bir otele yerleştirildikten sonra o kentle ilgili gözlemlerini yazarken Paris Belediyesi’nin aslında doğru düzgün çevre temizliği yapamadığını yazabilir misin? Ya da Paris’te yaşanan insan hakkı ihlallerine olduğu gibi ayna tutabilir misin?”

Türkiye’de çok az gazete yönetimi ya da yayın kuruluşu çalıştırdıkları gazetecilerin bu açmazlarını gidermek için “Davete geliyoruz. Basın toplantılarından, brifinglerden yararlanacağız ama seyahat masraflarını biz karşılayacağız” yanıtı verir. Dahası “beleş” görülen bu geziler söz konusu olduğunda “Muhabirimiz gitsin de, gezsin, tozsun” yaklaşımı sergilenir. Ne yazık ki ben; “Dur o geziye diplomasi muhabiri değil de, başkası gitsin. Diplomasi muhabiri zaten çok geziyor” diyen gazete, televizyon, dergi yöneticilerini de gördüm, duydum. Bugün dünyanın hemen her yerinde davet karşılığı seyahatlere hiç gidilmemesi gerektiğine ilişkin tartışma da bitmemiştir ancak medya kuruluşları genel etik kurallarının dışında kendilerince kurallar da geliştirmişlerdir. Keşke o kuralları koyup, uygulayan medya organları Türkiye’de de yaygınlaşmış olsa. Ama o da yok!

Peki; diplomasi muhabiri ne yapacaktır? Burada gazetecinin kendisini koruyacak yani objektifliğine helal getirmeyecek olan duygu; işini yaparken her daim yüreğinde, aklında hissettiği “etik kaygı”dır. Tek ya da toplu halde gidilen seyahatlerde kimi gazeteci habere, öğrenmeye, araştırmaya odaklanır, kimisi turistik gezi havasına girer. Elbette ki turistik gezi de gazetecilikte gözlem yapmanın bir yoludur ama kim aşırıya kaçıyor, kim kaçmıyor tartışılmalıdır.

Günün sonunda gazeteci “Ben kamuoyunun çıkarını koruyorum, korudum. Kimsenin halkla ilişkiler elemanı gibi çalışmadım” diyebiliyorsa işini doğru yapmıştır. Ama o işin doğruluğu da elbette denetlenmelidir.

Diplomatlarla nasıl ilişki kuralım?

“Haber kaynağından arkadaş, dost olur mu” tartışması da diplomasi muhabirliğinde ayrı bir boyut kazanır. Ortalama gazeteci-haber kaynağı ilişkisinde gazeteciyi yanına çekmeye, dost kazanmaya çalıştığı düşünülen haber kaynağı (genellikle diplomat: hem yerli hem yabancı) gazeteciyle yakınlığı arttıkça “Dostluk başka, habercilik başka” felsefesiyle hareket edebilir. Bu felsefeyle hareket ederken gazeteciye “Yazarken, bir kere daha düşün” mesajı verir. Gazeteci, dostluk kurduğu bu haber kaynağıyla ilgili bir haberi yazarken, haber kaynağının mı, kamuoyunun mu çıkarını düşünecektir? Kendine ve haberine nasıl çeki-düzen verecektir? Ki, gazetecinin de haber kaynağıyla ilişkisini dostluk seviyesine çıkarmak için çaba harcadığı dikkate alındığında bu ilişki daha da karmaşık hale gelecektir.

Gazetecinin haber kaynağını koruması, onun güvenini kazanması doğrudur ama haber kaynağının çıkarını değil kamuoyunun çıkarını koruması gerekir. Bu noktada da bir ‘etik kaygı’yla karşı karşıya kaldığımızı unutmayalım. Etik, yani gazetecilik ahlakı bize kamuoyu çıkarı için görev yaptığımızı söyler. O zaman dostluk mümkün müdür? Sadece sınırları belli bir dostluktan söz edebiliriz diye düşünüyorum. Eğer sınırları aşacaksak, haberi tamamen bir kenara koyduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Haberi kenara koyduğumuzda da haber adına gördüğümüz, duyduğumuz bir bilgiyi, belgeyi, olayı unutmamız gerekiyor. Mümkün mü? Çok zor. Çok dikkat isteyen bir çizgi. Ben, gazetecinin tercihini habercilikten yana kullanması gerektiğine inananlardanım. Ya siz?

Yoksa gazeteci mi “istenmeyen kişi” ?

“Dost musun, düşman mı” açmazı, diplomasi muhabiri ile ülkenin siyasi yönetimi arasındaki ilişki açısından da değerlendirilebilir, ki o tam evlere şenlik. Gazetelerde, televizyonlarda sık sık “Başardık. AB’yi dize getirdik. Amerika’ya geri adım attırdık” gibi hükümet söylemlerinin doğrudan manşet olarak kullanıldığına, bu söylemlerin olduğu gibi gazeteciler tarafından içselleştirildiğine hepimiz şahidiz. Özellikle diplomaside gündem olan olayları hükümet söylemiyle okurlarınızla ya da izleyicilerinizle paylaşmıyorsanız yandınız. Düşmanı bırakın, istenmeyen kişi olabilirsiniz.

Baskı, tehdit nerden gelirse gelsin yine de gazeteci işini yapmakla yükümlü. Daha da basitini söyleyelim; doğrusunu yazmakla, anlatmakla yükümlü. Bu mesajımı son dönemde yaşadığımız bir olayla örneklemek isterim.

Amerika, Kanada, Fransa, Hollanda, İsveç dahil on yabancı ülkenin Ankara’daki büyükelçilikleri, sadece Ankara ile Avrupa arasında değil hükümetin Türkiye’deki siyasi ve toplumsal muhalefetle arasında da büyük krize yol açan iş insanı Osman Kavala’nın tutukluluğuna itiraz için ortak bir bildiri kaleme alıp, Türk hükümetine “Kavala’yı derhal serbest bırakın” çağrısı yaptı. Türk Dışişleri, büyükelçileri bakanlıkta uyarıp; hükümetin “Türk yargısına karışamazsınız, talimat veremezsiniz” şeklindeki tepkisinin nedenini anlatmaya, bir çeşit kriz çözmeye çalışırken Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, büyükelçilerin “istenmeyen adam” ilan edilmesini, Türk Dışişleri’nin gerekeni yapmasını istedi.

Ankara’daki 10 yabancı misyon şefinin birden “istenmeyen adam” edilmesi, Türkiye’nin dış politikada tüm diplomatik kuralları yıkması anlamına geldiği gibi dış dünyayla aslında tamamen bağını koparması tehlikesini de içeriyordu. Uzun müzakereler ile kriz çözmek için yapılan diplomatik girişimleri sözü uzatmamak adına geçelim. Böylesi tuhaf, diplomasi ve hukuka sığmayan durum karşısında Türk Dışişleri ile büyükelçilikler arasında bir formül bulundu. Büyükelçilikler tek tek sosyal medya adreslerinden Türkiye’yi uluslararası hukuk kurallarına uymaya çağırmalarının görevleri kapsamında olduğuna dair bir mesaj paylaştı. Sonra bir baktık; iktidara yakın medya bu gelişmeyi büyükelçilerin geri adım atması olarak haberleştirdi. Hatta bu haberlerin hükümet temsilcilerinden önce gelmesi dikkat çekiciydi. Bu medya, hükümetin sözcüsü müydü? Ne yazık ki, evet.

Büyükelçilerin mesajları Batı medyasında da yer buldu. -Onlar ne söylerse, yazarsa doğrudur- demek istemiyorum. Ama New York Times, Erdoğan’ın geri adım attığını, Le Monde Erdoğan’ın büyükelçileri istenmeyen adam ilan etmekten vazgeçtiğini, France 24 Erdoğan’ın “U dönüşü yaptığını” yazdı. Türkiye’de bugün muhalif medya olarak adlandırılan medyanın haberleri de Batı medyasıyla benzerlik taşıyordu. Uluslararası hukuku, diplomasiyi önüne koyan ve kafasındaki “etik kaygı”yla hareket eden muhabirler, gazeteciler olayı tüm yönleriyle analiz etmeyi, eleştiri oklarını herkese batırıp doğru yolu bulmaya çalıştılar. Erdoğan kadar yabancı diplomatların da hatası olduğunu söyleyen gazeteciler de, her iki tarafı hatalı bulan gazeteciler de hükümetin “istenmeyen adam” tehdidinden payını aldı. Türk hükümetinin gazetecilere “dost ya da düşman” yaklaşımının benzerinin Avrupa’da ya da Amerika’da da olduğunu söyleyen gazeteci arkadaşlarım var. Ancak onların söyledikleri başka bir şey daha var: Hükümetler olumsuz eleştiriyi sevmiyorsa da gazetecileri dinlemek, eleştiriye tahammül etmek zorunda olduklarını biliyor.

Burada biz gazetecilere düşen; yine doğrunun peşinde koşmak, sadece doğru olanı halkla paylaşmaya çalışmak. Bunu da ancak etik kaygıları içselleştirdiğimiz zaman yapabiliriz. Dostluk ya da düşmanlığı çok da umursamamalıyız. Gazeteciler için önemli olan kamuoyu çıkarının gözetilmesi, bu çıkarın korunması için toplumda var olan tüm kurum ve kuruluşlara eleştirel bakılması. İşimiz hep zordu, zorlaşacak ama biz ne kadar ısrarlı olursak hukukun üstünlüğünün toplumda hâkim olmasına katkıda bulunacağız.

ÇAĞDAŞ_DERGİ 4.SAYI için buraya tıklayabilirsiniz.

ÖNE ÇIKANLAR

ÇAĞDAŞ DERGİ

BASIN AÇIKLAMALARI

EN SON...