Türkiye medyasında ombudsmanlık deneyiminin bilançosu | Çağdaş Dergi 4

Türkiye medyasında ombudsmanlık deneyiminin bilançosu

Faruk Bildirici*

Medyada özdenetim girişimlerinin tarihi hayli eski. 1960 yılına kadar uzanıyor. Günümüzde bazı gazetelerin künyesinde yer alan “Basın meslek ilkelerine uymaya söz vermiştir” cümlesi ve her yıl 24 Temmuz’da kutlanan Basın Bayramı o günlerden kalma bir anı.

O girişim, ilkeli yayıncılık ve basının kendini denetlemesi açısından dönüm noktasıydı. İsveç Basın Konseyi örnek alınarak, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın öncülüğünde Basın Ahlak Yasası hazırlanmıştı.

10 maddelik metnin uygulanmasını denetlemek üzere Basın Şeref Divanı kurulması da öngörülüyordu. Gazeteciler, gazete sahipleri ve meslek kuruluşları başkanları 24 Temmuz 1960’da imzaladıkları taahhütnamenin gereği olarak gazetelerin künyesine “Basın Ahlak Yasasına uymayı taahhüt etmiştir” yazmışlardı. Etkili olamayan kurul 1967’de dağılmıştı. Bu başarısız deneyimi aşmak üzere sonra da çeşitli girişimler oldu. Yine meslek örgütlerinin öncülüğünde, 1968’de yapılan Basının Kendini Kontrolü Semineri ve 1975’te İkinci Basın Kurultayı toplandı. 1988 yılında itirazların gölgesinde Basın Konseyi kuruldu.[1] Gazetecilerin ve medya kuruluşlarının büyük bölümünün benimsemediği Konsey de etkili olamadı.

Etik bildirge ve ilk ombudsman 

Bu girişimlerin ardından Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin 1998’de Basın Senatosu ve Meslek İlkelerini İzleme Komitesi oluşturması, sonuç alıcı bir adım oldu. TGC, Umur Talu önceliğinde bir komisyonun hazırladığı bildirge, 18 Kasım 1998’de yürürlüğe girdi. Türkiye gazeteciliğinin en geniş katılımla hazırlanmış etik ilkeler metniydi bildirge. Üç bine yakın gazeteci ve meslek örgütü imza koymuştu.

Umur Talu, 1998 sonunda Milliyet’in Genel Yayın Koordinatörlüğü görevine geldiğinde Okur Temsilciliği düşüncesini yaşama geçirme fırsatı buldu. Yavuz Baydar’a Milliyet’in ombudsmanı olmasını önerdi. Anlaşmaları zor olmadı, zira ombudsmanın çalışma koşulları hakkında hemfikirlerdi. Haber ombudsmanı editoryal açıdan bağımsız olmalı ve gazetenin patronu, yönetimi ve editörleri tarafından desteklenmeliydi.[2] Baydar’ın ilk yazısı 22 Mart 1999’da yayımlandığında Türkiye medyasında haber ombudsmanlığı, Türkçedeki adlandırmasıyla ‘okur temsilciliği’ başlamış oldu.

Ombudsmanlığın başlatılmasını Doğan Medya Grubu’nun sahibi Aydın Doğan da destekliyordu. Nitekim üç ay geçmeden Doğan Medya Yayın Konseyi kuruldu ve 1 Aralık 1999’da, Atatürkçülük, bağımsızlık, laiklik, hukuk devleti, demokrasi ve insan hakları kavramlarının yer aldığı, yedi maddelik temel ilkeler açıklandı.

Aydın Doğan’ın başkanlık ettiği Yayın Konseyi’nde Doğan Hızlan, Güneri Cıvaoğlu, Hakkı Devrim, Doğan Heper, Oktay Ekşi, M. Ali Yalçındağ ve Ertuğrul Özkök bulunuyordu.

Aklanma çabası 

Konseyin kuruluşunun açıklandığı basın toplantısında Aydın Doğan, böyle bir konseye gerek duyulmasını “gazetecilik mesleğinin son yıllarda fazla tartışılmasına” bağlamıştı:

“İçimize dönüp haksız olduğumuz noktaları düzeltmemiz lazımdı. Batı’daki örnekleri de tetkik ettik. Sonunda yayın konseyini kurduk. Türk basın sektörünün iyileştirmesi konusunda katkım olursa kendimi bahtiyar hissedeceğim.”[3]

Aydın Doğan açıkça söylemiyordu ama Milliyet’te ombudsmanlığın başlatılması, bir yayın konseyi kurulması ve yayın ilkeleri belirlenmesinin asıl nedeni aklanma isteğiydi. Yakın geçmişte medya kirlenmişti, hem de çok kirlenmişti. 1980’lerde, sadece yayıncılıkla iştigal eden ailelerin çekilmesi ve medyada sahiplik yapısının değişmesiyle birlikte başlamıştı olumsuz yöndeki dönüşüm.

Gazeteler, bankacılıktan sigortacılığa, turizmden petrolcülüğe kadar birçok sektörde faaliyet gösteren holdinglerin parçası hâline gelmişti. Gazetelerin yeni sahipleri için, bir gazete ya da derginin diğer firmalarından farkı yoktu. Yeni patronların ilk hedefi, gazetecilerin sendikadan istifa ettirilmeleriydi. Böylece gazetecilerin patron karşısındaki güçleri kırıldı.

1990’larda özel televizyonlar ve radyoların yayına başladığı dönemde, gazete sahipleri radyo ve televizyonlar kurup satın alınca medya kartelleri oluştu. Yeni medya toplumun sorunlarına odaklanma, kitlelerin sesi olma gibi gazetecilik iddialarından hızla uzaklaşmış, işverenlerin sesi hâline gelmişti. Yeni medya kartellerinin sahipleri, bir yandan medya gücünü özelleştirmelerden pay almak için kullanırken, bir yandan da siyaset mimarlığına soyunmuştu.

Güneydoğu’da PKK ile mücadelede hukuk dışı yöntemlerin uygulanmasına, faili meçhul cinayetlerin yoğunlaşmasına, Kürt medyasının bombaların hedefi olmasına seyirci kalan medya, 28 Şubat döneminde de askerin siyasete müdahalesinin aygıtı olmuştu. Genelkurmay’da üretilen sahte andıcı bile haber yaparak, Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar gibi gazetecilerin işten atılmalarına yol açmışlardı.

Bunlar olup biterken genel yayın yönetmenleri, patronların dilek ve talimatlarını uygulayan görevliler hâline gelmişlerdi. Editoryal bağımsızlık ihlalleri artmış, patronlar yazı işleri ve haber merkezlerinin odağına yerleşmişti. Giderek ‘dördüncü kuvvet’ olmaktan çıkıp, güç odaklarının elindeki bir silaha dönüşüyorlardı.

Gazetecilik meslek etiği bir yana bırakılmış, medya asli işlevinden uzaklaşmıştı. Böyle olunca da medyanın okur ve izleyicilerin güvenini kaybetmesi, tartışılır hâle gelmesi, suçlamalara muhatap olması doğaldı.

Medyanın bu görünümden uzaklaşıp okurun güvenini yeniden kazanması, gazetecilik etiğine sarılmasıyla mümkündü. Ancak yayın ilkeleri belirlemek, ombudsmanlık ve yayın konseyi kurmak yeterli olamazdı. Medyanın siyasetle iç içe geçmişlikten kurtulması, iş çevreleri başta olmak üzere güç odaklarının sesi olmaktan çıkması, editoryal bağımsızlığının sağlanması, egemen ideolojinin uzantısı olmaktan çıkarılması gerekirdi.

Ama böyle olmadı, sahiplik yapısı ve ideolojik konumları nedeniyle olamazdı da. Medyanın asli işlevine dönmesi yerine sadece gazetecilik etiği ve ombudsmanlığın öne çıkarılmasıyla yetinildi.

Ombudsmandan beklenen 

Nitekim DMG Yayın Konseyi’nin tek etkinliği 2002’de ‘yayın ilkeleri’ hazırlamak oldu. İlkelerin 21 Ağustos 2002’de açıklanmasının ardından Hürriyet’te de Okur Temsilcisi göreve başladı.

Okur Temsilcisi olan Doğan Satmış, aynı zamanda Yazı İşleri Müdürü’ydü. Medya eleştirmeni Ragıp Duran, Doğan Medya Grubu’nun yayın ilkeleri ilan etmesi ve ombudsman görevlendirmesini o günlerde şöyle yorumlamıştı:

“DMG, Doğan grubunun çıkarlarını ve bağımlı olduğu siyasi-iktisadi-ideolojik kutbun ve sistemin çıkarlarını savunmakla görevlidir. Bu uğurda da evrensel ya da yerel her türlü etik kuralını şimdiye kadar binlerce kez çiğnemiş, bundan sonra da çiğnemeye devam edecektir.”[4]

Haklı da çıktı, gazetecilik ilkeleri çiğnenmeye devam edildi. Okur Temsilcisi ve Yayın İlkeleri, sürekli olarak grup çıkarlarının gözetilmesini önleyemedi.

Okur Temsilciliği uygulamasında da sorunlar çıktı. Umur Talu’nun Milliyet yönetiminden ayrılmasından sonra Yavuz Baydar’ın yönetim desteği zayıfladı. Ankara Temsilcisi Fikret Bila’nın Irak Kürtleri ve ABD Dışişleri Bakanlığı hakkındaki haberini eleştiren bir yazı yazınca ipler koptu.[5] Baydar 20 Eylül 2004’te kovulurken, yerine gazetenin eski genel yayın yönetmeni Derya Sazak getirildi.

O sırada Dinç Bilgin’in şirketlerine TMSF el koymuş, Bilgin de Sabah ve ATV’yi Turgay Ciner’in sahibi olduğu Merkez Yayıncılık’a satmıştı. Doğan Grubu’nda olduğu gibi bu grupta da okur nezdinde güven ve itibar kaybı yaşanıyordu. Bu ilişkinin onarımına katkıda bulunması için Yavuz Baydar’ı Okur Temsilcisi yaptılar.

Üç büyük gazetede (Hürriyet, Milliyet ve Sabah) okurların muhatabı vardı artık. Okur temsilcileri, her pazartesi, okurları itirazları değerlendiriyor, gazetede gördükleri hataları ve etik sorunları yazıyorlardı.

Bu özdenetim mekanizmasının zamanla diğer medya kuruluşlarında da yaygınlaşacağı umudu doğmuştu. Ama öyle olmadı. Uzun süre üç gazeteyle sınırlı kaldı okur temsilciliği.

Arada isim değişiklikleri oldu. Hürriyet’te Doğan Satmış’ın 2007’de ayrılmasının ardından okur temsilciliğine Kurumsal İletişim Direktörü Temuçin Tüzecan getirildi. Onun da ayrılmasının ardından, 2010’da bu görevi ben devraldım.

Milliyet’te de Derya Sazak’ın 2012 yılında ikinci kez genel yayın yönetmeni olması üzerine yardımcısı Belma Akçura okur temsilcisi oldu.

2013 yılında Cumhuriyet’in de ‘yayın ilkeleri’ metni hazırlaması ve okur temsilciliğini başlatmasıyla ombudsmanların görev yaptığı gazetelerin sayısı dörde yükseldi. Okur Temsilcisi Güray Öz, aynı zamanda Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu üyesiydi. Haftada iki gün yazmaya devam etti.

Sabah’ta Yavuz Baydar’ın Okur Temsilciliği, TMSF’nin gazeteyi 2007’de Ciner’den geri alması ve Çalık Grubu’na satmasından sonra da devam etti. Gazete tamamen AKP iktidarının kontrolüne geçmişti; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı olan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın ağabeyi Serhat Albayrak tarafından yönetiliyordu.

2013 Mayıs’ında Gezi eylemleri patladığında gazete yönetimi ile Yavuz Baydar arasındaki ilişkiler zaten gergindi. Baydar’ın, gazetenin Gezi eylemleriyle ilgili “Günaydın Gezi” manşetini eleştiren okur mektuplarına yer vermesinin ardından, işine son verildi.

Gezi eylemlerinden sonra artan ve 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra yoğunlaşan, basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar ombudsmanlığı da olumsuz etkiledi. Yavuz Baydar’ın yerine getirilen İbrahim Altay’ın 2018’de Daily Sabah’ın genel yayın yönetmenliğine atanmasından sonra Sabah’ın ombudsman köşesi boş kaldı.

Eylül 2018’de yaşanan yönetim değişikliği nedeniyle Güray Öz’ün ayrılmasından sonra Cumhuriyet’te de ombudsmanlık görevine atama olmadı.

Demirören Grubu’nun Milliyet’i satın almasının ardından da ombudsman köşesi ‘Medya Analizi’ haline dönüştü ve Milliyet Pazar’ın sayfalarına taşındı.

Ben de Doğan Grubu döneminde -yazılarıma müdahaleler olsa da- etkili bir okur temsilciliği yürütmeye çalışıyordum. Yazı İşleri ve gazetenin ünlü yazarları başta olmak üzere gördüğüm yanlış ve eksiklikleri Okur Temsilcisi köşesinde dile getiriyordum. 2012 yılında Sefa Kaplan’la birlikte güncellediğimiz Doğan Yayın İlkeleri, temel dayanağımdı. Sürekli müdahalelerle karşılaşsam da sürdürdüm bu görevi. Ama Demirören Grubu’nun Hürriyet’i almasından sonra okur temsilciliği misyonunu sürdürmekte zorlandım; bazı yazılarımın sansürlenmesinin ardından Mart 2019’da gazeteden uzaklaştırıldım. Yerime başka bir gazeteci de getirilmedi.

Ancak yine de benim ve diğer meslektaşlarımın ombudsmanlık (Okur Temsilciliği) çabalarının gazetecilik açısından önemli bir deneyim olduğuna inanıyorum. Bu deneyimlerin en önemlisi de ombudsmanlığın editöryal bağımsızlık olmadan hakkıyla yapılamayacağının görülmesi.

Zira ben ve diğer gazetelerdeki okur temsilcileri de hep engellemelerle, müdahalelerle karşılaştık. Kimi zaman patronajdan geldi bu müdahaleler, kimi zaman da gazete yönetiminden…Ombudsmanı (okur temsilcisini) vitrine koyup, etik ilkeleri içselleştirmeyince böyle sonuçlanması kaçınılmazdı bu deneyimin…

(*) NOT: Bu yazı Hrant Dink Yayınları’ndan çıkan “Medya ve Nefret Söylemi” kitabındaki “Türkiye medyasında ombudsmanlığın on yılı: Nefret söylemi ve ayrımcılığa karşı mücadelede okur temsilciliğinin rolü” başlıklı yazımdan derlenmiştir.

* Gazeteci, medya ombudsmanı

[1] Doğan Akın ve diğ., Medyada Özdenetim: Zorluklar, İmkânlar, Öneriler (İstanbul: P24 Medya Kitaplığı), s. 75-76

[2] Yavuz Baydar, “Vedalaşırken…” (Haber7com, “Baydar’ın işinden olma nedeni, Bila”, 12.11. 2004).

[3] “Doğan Yayın Konseyi”, Milliyet, 12 Haziran 1999.

[4] Ragıp Duran, “DMG yine ilke yayımladı ama…”, Bianet, 16 Eylül 2002.

[5] “Sabah’ın ombudsmanı Yavuz Baydar, medyanın günahlarını anlattı”, Medyatava, 25 Eylül 2012.

ÇAĞDAŞ_DERGİ 4.SAYI için buraya tıklayabilirsiniz.

ÖNE ÇIKANLAR

ÇAĞDAŞ DERGİ

BASIN AÇIKLAMALARI

EN SON...