Etik: Gazetecilikte Derde Deva Mı? | Çağdaş Dergi 4

Etik: Gazetecilikte Derde Deva Mı?

Prof.Dr. L. Doğan Tılıç

Avrupa Gazeteciler Birliği Onursal Genel Başkan Yardımcısı

Bugün dünyanın neresine giderseniz gidin, hem gazeteciler hem de vatandaşlar arasında gazeteciliğin “olması gereken” haline dair algıdan iyiden iyiye uzaklaştığına dair bir rahatsızlık görürsünüz! Bu rahatsızlığa karşı sunulan reçetelerin başında da etik vardır. Gazeteciler etik ilkelere uyarsa gazetecilik de iyi olur!

Gazetecilik cam fanus içinde dış etkenlerden bağımsız olarak yapılabilen bir meslek olsa, bu doğru olabilirdi! Ne yazık ki, yapısal sorunları bireysel bir erdem olan etikle aşabilmeyi ummak, liberal çoğulcu medya kuramlarının kendi açmazlarını aşmak için sığındıkları bir alan değilse, fazlaca iyimserlik oluyor.

Yapısal Çürümüşlüğe Karşı Bireysel Erdem?

Her meslek sosyolojik olarak bir güven ilişkisidir ve gazeteciliğe dair yaygın kabullerden biri de onun “doğruyu söyleme mesleği” olduğudur. Gazetecilik etiği de bu ön kabul üzerine inşa edilir.

“Doğruyu söyleme mesleği” olarak gazetecilik, liberal-çoğulcu kuramların idealize ettiği ve “olması gereken”e dair bir tanım olarak dururken, “olan” haliyle gazeteciliğin doğruyu söylemekten epey uzak olduğu gittikçe daha belirginleşmiş, bu nedenle gazeteciliğe olan güven de dibe vurmuştur.

“Olan” haliyle gazeteciliğin, özellikle 1980’lerden sonra “yeni medya sahiplik yapısı”nın sektöre hâkim olmasıyla birlikte, liberal-çoğulcu kuramların “olması gereken”in alabildiğine uzağına düşmesi, Marksist medya kuramlarının liberal kuramlar karşısında ezici bir üstünlük sağlamasına da yol açmıştır. “Olan” haliyle gazetecilik, liberal kuramların tanımladığından epey ters bir noktaya düşüp; “doğruyu söyleme”, “tarafsızlık”, “nesnellik”, “olup biteni olduğu gibi yansıtan bir ayna”, “yasama, yürütme ve yargı erklerini kamu adına denetleyen dördüncü kuvvet”, “adil olma” gibi kendinden beklenen işlevleri yerine getirmez olduğu görüldükçe, liberal-çoğulcu kuramlar da köşeye sıkışmaya başladılar. Etik, bu sıkışmışlık içindeki liberal kuramlar için bir son sığınak oldu: Medya bütün bu işlevlerini yerine getirebilecekti ama ah bir gazeteciler mesleğin etik kurallarına uysalardı!

Bu hiç de geçerli bir yaklaşım olmasa da, medya ve etik tartışmasının yararsız bir tartışma olmadığı, tersine medyanın da bir mücadele alanı olduğu düşünüldüğünde “olan” gazeteciliğin “olması gereken”e doğru zorlanmasında etiğin yararlı bir araç olduğu görülür.

Etik/Ahlâk: Eylem ve Özgürlük

Ahlâkı dine bağlı bir kavram olarak tartışanlar “niyet”e vurgu yaparlar. Oysa ahlakın niyetlerle değil, insanın eylemi ile ilgili olduğu ve bireyin eyleminin diğerleri üzerindeki etkilerini sorguladığı, meslek etikleri bağlamında son derece nettir. Her mesleğin de ontolojisi, kurallar ve ilkeler bütünü, o mesleki pratiğin insanlara zarar değil yarar sağlamasını garanti altına almaya çalışır. Dolayısıyla ahlâk, özellikle de meslek ahlâkı, niyetlerle ilgilenmez, eylemcidir.

Ahlâk, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin ayrımını ortaya koyar ve bireyin eylemini, diğerleri üzerindeki etkisine bakarak iyi ya da kötü olarak değerlendirir. Eyleminden ve sonucundan bireyi sorumlu tutar.

Eyleminden sorumlu bir birey tartışma konusu olduğunda, özgürlük, ahlâkla ilişkili son derece önemli bir kavram olarak tartışma alanına girecektir. Özgür olmayan bireyler, kendi iradeleriyle belirlemedikleri eylemlerinin sonuçlarından sorumlu tutulabilirler mi? Hukuk bunun yanıtını vermiş ve eylemlerini sağlıklı bir akılla kontrol edemeyen “akıl hastaları”nı cezai sorumluluktan muaf tutmuştur.

Ancak ahlâk, dinden bağımsız olduğu kadar hukuktan da bağımsızdır. Hiçbir yasa neyin etik olduğuna karar veremez.

Ahlâkın bireye içkin olduğunu, bireyin eylemlerini başkaları üzerindeki sonuçlarına bakarak değerlendiğini ve hem dinden hem de hukuktan ayrı olduğunu saptamak, ahlâk ve özgürlük ilişkisini çok daha yaşamsal kılmaktadır. Her türden eylemi tümüyle efendisi tarafından belirlenen ve özgürlüğün kırıntısına bile sahip olmayan bir kölenin ahlâken sorumlu tutulması mümkün müdür?

Gazeteci, ancak mesleki değerlere bağlı, onların çiğnenmesine isyan eden ve kendini gerçekleştiren bir özgürlüğe sahip olduğunda gazetecidir. Bu, bireye içkin ahlâki sorumluluğu daha da pekiştiren bir yaklaşımdır.

Yapmak istediklerini yapmanı engelleyen yasal sınırlar olmaması, yapmak istediklerini yapamaman için zincirlere vurulmamış olman (negatif özgürlük), özgür sayılmak için yetmez. Yapmak istediklerini yapabilmenin araç ve olanaklarına da sahip olman gerekir ki, bu türden bir (pozitif) özgürlük anlayışı politik hak taleplerinin ve o talepler için mücadelenin de önünü açar.

Şimdi şu soruları sormak gerek: Gazeteci kendini gerçekleştirme, yani “doğruyu söyleme” noktasında özgür mü? Doğruyu söylemenin olanak ve araçlarına sahip mi? Eğer değilse, yaptıklarının/eylemlerinin ahlâki sorumluluğundan muaf mı sayılır? Bu durumda ahlâkın bireye içkinliğinin ne anlamı kalır?

Çürümüşlüğün Yapısı ya da Yapının Çürütücülüğü

Gazetecilik, doğruyu söyleme mesleği olarak kabul edildiğinde, doğruyu söyleminin önüne dikilen her engelin etik problem ürettiği de kabul edilmelidir.

Ayrıntı Dergi’nin 10. sayısında, “AKP Döneminde Medya”yı (Tılıç; 2015) tartışırken, gazeteciliğin nasıl bir medya yapısı ve işleyişi içinde yapıldığını da uzun uzadıya anlatmıştım:

Gazeteciliğin karşı karşıya olduğu temel sorunlar ve nedenleri, ancak medyanın ekonomi-politiğine odaklanılarak saptanabilir. Bunu yaptığımızda, dünden bugüne yaşanan sorunların temelinde iki ana etkenin yattığını görebiliriz: Medya sahiplik yapısı ve devlet/iktidar. Sahiplik yapısı ve devlet/iktidar faktörlerinin bu mesleğin doğuşundan beri “doğruyu söyleme” önünde, belli dönemlerde artan veya azalan oranlarda, engel olduğunu, doğruyu söylemeyi zorlaştırdığını, hatta olanaksızlaştırdığını görürsünüz.

Medya alanında, 1980’li yıllarda, küresel düzeyde, neo-liberalizm salgınına paralel olarak önemli yapısal değişimler yaşandı. “Asıl işi gazetecilik olan” geleneksel medya sahiplerinin hâkim olduğu bir yapıdan, asıl işleri gazetecilikten başka her şey olan yeni medya sahiplerinin hâkim olduğu bir yapıya geçildi. Türkiye’de bu dönüşüm 90’ların ortasında tamamlandı.

Bankacılık, turizm, inşaat, otomotiv, enerji, ticaret gibi ekonominin gazetecilik dışında her alanında faaliyet gösteren patronlar, bu faaliyet alanlarının yanına gazeteciliği de eklediler.”

Eğer bilgiyi üreten ve dağıtanlar, ekonominin gazetecilik dışında her alanında at oynatan kâr ve küresel hegemonya amaçlı çok uluslu korporasyonlarsa, onların sağladığı bilgiye nasıl güvenebiliriz? Onların hâkim olduğu ve kurguladığı bir medya yapısı içinde doğruyu söylemek mümkün müdür?

Yapısal olarak, yoksulların, işçilerin, emekçilerin ve onların sorunlarının görülmesine izin vermeyen, toplumun ezen ve ezilenlerinin adil bir şekilde temsil edilmediği, kamusal yararı değil kamu kaynaklarının çarçur edilmesine yol açan özelleştirmeleri, deregülasyonları, zenginin daha da zengin olmasına yol açan bir düzeni savunan medyadan etik/ahlâki davranış beklenebilir mi? Böyle bir yapı içinde, bir patronun ücretli işçisi olarak çalışan gazeteci kendini ve doğruyu söyleme mesleğini ne kadar gerçekleştirebilir? İş güvencesinden yoksun oldukları için korkak ve ürkek bir habercilik yapan, her türlü baskıya açık hale gelmiş gazetecilerin, mesleğin etik ilkelerine bağlılıkları ne kadar sağlanabilir? Bu koşullarda, gazeteciliğin etik ilkelere bağlı olarak yapılabilmesinin önemli koşullarından editoryal bağımsızlık ne ölçüde var olabilir? Patron çıkarlarının, “doğru”dan çok daha önemli olduğu bir medya yapısı içinde, gazetecinin kimi haber kaynaklarıyla mesafesini tümüyle yitirip onların sözcüsü olması ne kadar engellenebilir?

Dün Türkiye’de ansiklopedi savaşları, tencere tava, nevresim savaşları ile, hatta promosyon olarak bir “kadınla çıkmak” veya “mezar yeri vermek” gibi medya etiğinden en bihaber okuru bile tiksindiren biçimlerde sürdürülen; dünyada en saygın medya kuruluşlarının Irak işgaline giderken, bile bile yalanlar söylemesi biçiminde yapılan gazetecilik, işte bu sorulara yol açan medya yapısının ürünüdür.

Küreselleşme, dijitalleşme ve Etik

A.H.Arsenault ve M. Castells (2008), “Küresel Multi-Medya İş Ağlarının Yapısı ve Dinamikleri” makalelerinde, bütün dünyayı bir ağ gibi saran yedi büyük multi-medya korporasyonu sayar. (Time Warner, Disney, Murdock’un News Corporation’ı, Bertelsmann, NBC – General Electric, CBS ve Viacom). Bu multi-medya korporasyonları yalnızca haber üretimini değil; kitap, sinema, müzik gibi kültürel üretimin tüm alanlarını kontrol ederler. Arsenault ve Castells, bu dev uluslararası korporasyonların girdikleri her ülkede deregülasyonları ve özelleştirmeleri savunarak ve farklı yollarla iktidarlara dayanarak kendilerine yol açtıklarını da saptarlar. Çürümenin temelinde de asıl olarak medyanın bu sahiplik yapısı vardır.

Öte yandan, ne interneti ne de onun “bağımsız bloglar”ını başlı başına bir özgürlük ortamı, siyasi elitlerin ve korporasyonların müdahalesinden azade bir mecra olarak görmek mümkündür (Morozov, 2011). Bizde twitter âleminin AKP trollerini, Fuat Avni’nin kimliğini ve etkisini, başka otoriter rejimlerde diktatörlerin hizmetindeki “ücretli bloggerlar”ı göz önüne getirdiğimizde, internetin ya da yeni iletişim teknolojilerinin, arkasındaki ideoloji ve politik güçten bağımsız olarak pek de etkili olamadığını görürüz.

Medya, küresel olarak, bir tür ordu gibi, neoliberal ortdodoxluğun manifestosunun savunma ve saldırısında kullanılmaktadır. Etiğinin ya da etik dışılığının ürediği yer de burasıdır.

UNESCO’nun uzun yıllar boyu sürdürdüğü evrensel bir mesleki ilkeler bütünü – evrensel gazetecilik etik ilkeleri – oluşturma çabalarının sınırlı bir başarısından söz edilebilir. Elimizde gazetecilik mesleğinde nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiğine dair bir ilkeler bütünü olsa da, olduğu gibi tüm ülkelerdeki gazeteciler tarafından benimsenmesi söz konusu değildir.

Bir mesleki pratiğin farklı coğrafyalarda farklı olmaması gerektiği, evrensel ilkelerin pekâlâ olabileceği, başka bazı meslekler özelinde ve gazetecilik için kuramsal olarak kolaylıkla savunulabilir. Hekimlik, söz gelimi, bir hayat kurtarma ve insanı yaşatma mesleğidir. Dünyanın neresinde olursa olsun, diline, dinine, rengine bakmadan insanı yaşatmaya çabalayan kişiye hekim denir.

Öte yandan, her ülkenin kendi özel durumu olduğu, bu özelliklerin farklı etik ilkeleri öne çıkarmayı gerektirdiği görülmelidir. Son derece karmaşık ve birbirinden farklı özellikler gösteren ülkeler dünyasında tek ve mutlak bir etiği dayatmanın anlamı da olanağı da yoktur (Kunczik, 1999: 6).

Sonuç

Medya ve etik tartışmasında işin kolayı, gazetecilik mesleğinin yapılması ve yapılmaması gerekenlerini sıralamak, denetleyici kurum ve kuralları saymak ve gerek medya kuruluşlarının gerekse de birey olarak gazetecilerin bu ilkeler doğrultusunda davranmasını beklemektir.

Sorunu böyle çerçevelediğimizde, gazetecilik öğrencilerine etik ilkeleri öğretmek, ezberletmek, gazetecileri belli aralıklarla etik ilkelerden sınava tutup mesleğin kurallarını unutmamalarını sağlamak yeterli olurdu.

Keşke etik öğretilebilir ve öğrenildiğinde de mutlaka ona uygun davranılabilen bir şey olsaydı.

Ne yazık ki, gazetecilik etiği eğitiminde sağlanan gelişmelere ve yeniliklere karşın etik sorunlarda en küçük bir azalma gözlenemiyor.

Gazetecinin neyi yapıp neyi yapmaması gerektiği; meslek ilkeleri, davranış kodları, Türkiye özelinde, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin, tüm dünya örneklerini kapsamlı bir şekilde irdeleyerek oluşturduğu Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi ile ortaya kondu (http://www.tgc.org.tr/bildirge.asp). Mesleki pratiğe dair doğrudan bir medya ve etik tartışması için ekteki linkten Bildirge’yi okumak yararlı olacaktır.

Böyle kapsamlı bir Bildirge’nin varlığına karşın, Türkiye gazeteciliği her türden etik ilkenin her gün kolayca çiğnendiği, kendi etik ilkelerini ilan eden medya kuruluşlarının bile ilan ettikleri ilkelere uymadıkları, gazetelerin ombudsmanlarının ya gazetelerinin etik dışı davranışlarını meşrulaştırmak ya da etik ilkeleri kendi çalışanlarına kabul ettirebilmek için çırpındıkları bir pratikle maluldür.

Medyanın yukarıda işaret edilen yapısı, yeni sahipliğin karakteri, medya dışı alanlarda yürütülen faaliyetler, denetimsiz ticarileşme, vb. bir mesleki çürümeye yol açarken, böyle bir yapı içerisinde birey olarak gazetecinin doğruyu söyleyebileceğini düşünmek naif bir yaklaşım olur. Yapının bu çürüten etkisi karşısında, bireysel erdemin direnmesi son derece zordur. Ayrıca, sorunu yalnızca bireysel düzeyde ele alıp, yapıya radikal müdahaleyi akla getirmedikçe, mevcut medya yapısının alternatiflerini yaratmadan etik sorunlara çözüm aradıkça, en iyimser ihtimalle zaman zaman bir iki gazeteci ve medya kurumu tu kaka ilan edilse de, bataklık sivrisinek üretmeye devam edecektir.

Etik tartışmasında medyanın yapısını vurgulayan bu yazıdan pek çok sonuç çıkarılabilir. Çıkarılmaması gereken tek sonuç ise, ar damarını çoktan çatlatmış “gazeteciler”in, yaptıklarının bu medya yapısı nedeniyle mazur görülebileceğini düşünmeleridir. Etik ya da ahlâk, eninde sonunda, bireye içkindir ve en zor koşullarda dahi, “delilik raporuna” sahip olmayan her gazeteci davranışlarından sorumludur.

Kaynakça:

  1. Arsenault&M. Castells, 2008, The Structure and Dynamics of Global Multi-Media Business Networks, International Journal of Communication 2, 707-748.

Evgeny Morozov, 2011, The Dark Side of Internet Freedom: The Net Delusion, New York: Public Affairs.

Michael Kunczik, (Ed.), 1999, Ethics in Journalism, Bonn: Friedrich Ebert Stiftung.

  1. Doğan Tılıç, 2015, AKP Döneminde Medya: Tape Tape kullanılan gazetecilik, Ayrıntı Dergi, Sayı 10: 82-90.

TGC, Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi, http://www.tgc.org.tr/bildirge.asp

Not: Bu yazı büyük ölçüde Ayrıntı Dergi’nin 2015 yılı 11. sayısında yayınlanan “Medya ve Etik: Yapısal Çürümüşlüğe Karşı Bireysel Erdem” makalesinden kısaltılarak aktarılmıştır.

ÇAĞDAŞ_DERGİ 4.SAYI için buraya tıklayabilirsiniz.

ÖNE ÇIKANLAR

ÇAĞDAŞ DERGİ

BASIN AÇIKLAMALARI

EN SON...