Sinan Çetin’den tema değil, temaşa!..

Milliyet, Ayça Atikoğlu – 4 Nisan 1993

Sinan Çetin’den tema değil, temaşa!..

Ayça ATİKOĞLU
“Devrimcilerin pek zeki olmadığı ama yine de yaşama hakları olduğunun” altını çizdiği “Prenses” filmiyle dikkat ve öfke çektiği l986 yılından bu yana, bir de pek dikkat çekmeyen “Gökyüzü” adlı bir film yaptı. I987’de reklam filmi çekmeye başlayan ve sinema filimlerinin aksine büyük beğeni toplayan Sinan Çetin, geçtiğimiz günlerde, bu kez kişisel dünyasını yansıtmadığı bir filmle çıktı sinema seyircisinin karşısına: “Berlin in Berlin”.

Cuma günü vizyona giren filmin reklamı, yönetmeni ve başrol oyuncusu Cem özer tarafından öylesine bir bombardıman kampanyasıyla yapıldı ki, gala gecesi salon doldu taştı. Ne var ki; hedeflenen doluluğa rağmen yönetmen Çetin, o herkesi sinirlendiren tavırlarından birini daha gösterecek ve oyuncularına söz söyletmeyip galayı düzenleyen Çağdaş Gazeteciler Derneği İstanbul Şubesi’ni ‘düzenleyememekle’ suçlayacaktı. Ötesi malum, ‘olay gala’ haberleri ve neredeyse filmden çok dikkat çeken olaylar dizisi…

Söz konusu Sinan Çetin olunca, biz de söyleşiye “tepki”den dem vurarak giriyoruz.

“Bana hiç bakmadılar. Zaten, olay olacak bir film değildi ‘Prenses’. Albert Camus, hayatımızın anlamsız olduğunu söylemişti. Ama hayatımızdan daha önemli olan bir şeye de işaret etmemişti. Zaten fazla bir şey yapılamıyor şu dünyada, iki nefes alıyoruz, onu da almayalım mı? Benim bu filmde anlatmak istediğim, hiçbir fikrin hayattan daha önemli olmadığıydı. Ama öleceğim diye tutturan psikopat bir toplum bu. Sözde aydınlar ise öleceğim diye tutturanları anladı, ama beni anlamamakta direndi. İnsanlığın 70 senesini alan ve boşa çıkan bir fikir -komünizm- Türklerin de 30 senesini alsın istemem. Ben komünizmle ilgili tartışmalara bile tahammül edemiyorum… Bu tartışma, dünyada 1930’larda bitti. Son hülya da 1968’de Dubçek’le ortadan kalktı. Ama insanlık, 1950’lerde dünyayı renkli televizyonlarla izlemeye başladığı halde, biz 1970’lerde ‘siyah-beyaz’a ancak geçebilmiştik… Ve uzun yıllar, her şeyi siyah-beyaz izlemek zorunda kaldık” diyor Sinan Çetin.

Yine Çetin’e göre, komünizme en büyük yarar, kendi deyimiyle “faşist” Mac Carthy’den gelmiş. “Komünizmi yasaklayarak, insanlara olmadığı kadar çekici hale getirdi diyor.

Modayı seviyor. Modayı takıp yetisinden dolayı da kendisini devrimci buluyor… Yani, yeniyi yakalama çabasını… Modayı geniş bir mercekte “kavram Yaratmak” bazında ele alıyor. “Marks, moda olmayı başarabilecek kadar zekiydi. Ondan sonra gelen yeni kavramların, modaların yaratıcılarının da onun kadar zeki olduğunu düşünüyorum. Ama insanlığın şimdilerde düşünsel bir tıkanıklık yaşadığını, yeni kavramlara ihtiyaç duyduğunu kabul ediyorum” diye açımlıyor kendisini… Ve tüm bu tartışma ve arayışların Aristotales-Eflatun tartışmasının ötesine geçemediğine inanıyor. Yani materyalizm-idealizm çekişmesinin!

Filmlerindeki bakış açısını “kaba” bulanların eleştirilerinin çok daha kaba olduğunu iddia eden genç yönetmen, “Berlin in Berlin” üzerine ettiği iddialı lafların da çokça çarpıtma olduğunu söylüyor. Gerçekten de basından ağzı yanmış gözüküyor.

Gelelim şimdi, İstanbul’da beş sinemada birden vizyona giren “Berlin in Berlin’e… Filmde, Almanya’daki Türklee, özünü koruyan-korumayan ikinci kuşağa, törelere bakış atarken; çokça karikatürize etmeyi hedeflemiş yönetmen. Bakış açısında, yine o bildik öfke sezinleniyor… Törelere aptalca bağlı, içince cıvıtan, silahla oynamaya bayılan; ama ateşlemeyi bilmeyen (belki kabalığının ardında yufka bir yürek yattığı için) Türkler… Kocasına, cinselliğin ötesine pek de bağlı olmayan kadın. Türklerin karşısında ise gerçeküstü bir Alman tiplemesi ve absürd olaylar… Ancak Çetin, gerçek-gerçeküstü tanımlamalarına girmekten, sorulara bağlı cevaplar vermekten yana değil. “Orada ne gördüyseniz o” demekle yetiniyor, bu kez. Onun sorunu, pek temayla falan da değil. Zaten sinemanın; tema değil, temaşa olduğunu düşünüyor. Onun sorunu, daha çok teknik. Dünyanın en iyi kameralarından biri olan BL4’ü kiralamasına, 290 kutu ham film harcamasına, dokuz ay süren çekimine rağmen yakaladığı ve yarattığı “ışıltılı sarı” atmosferin “korkunç bir mavi”ye dönüşmesine yanıyor o. Seyircinin karşısına hiç istemediği bir kopyayla çıkmak zorunda kalmasına üzülüyor ve “Grameri düzgün olan, başı sonu belli bir film yaptım o kadar” diyor.

ÖNE ÇIKANLAR

ÇAĞDAŞ DERGİ

BASIN AÇIKLAMALARI

EN SON...